Hayatını Tarıma Adamış, Türk Tarımına Değer Katan, Yol Gösteren, Yaşayan Efsane, Ziraat Yüksek Mühendisi; İSMAİL KORKUT

  • Çeltikte ilk yabancı ot denemelerini Samsun Enstitüsün-de kuran biziz. Bizden sonra Edirne’de Araştırma Enstitü-sünde çalışılmaya başlandı. Propanil’den sonra Molinate grubu geldi, yani suya atılan ilaç grubu. Daha sonra farklı yenilikçi ilaçlar çıktı ve çeltik üreticisi bu ilaçlarla daha rahat üretim yapmaya başladı. 1970, 80 ve 90’larda Çeltik te yabancı ot ilaçlamasında pazara sürülen herbisitlerin bir çoğunun ilk denemelerini yapan benim ve Kut-San Tarım’dır.
  • Son 5 yıldır deneme yapmıyorum ama Kut-San Tarım mühendisleri ve oğlum  çeltikte çalışmalara devam ediyor. Şuan çeltik yabancı ot mücadelesinde Sumi Agro’nun Yokozuna’sı devreye girdi. Çeltikte önümüzdeki birkaç sene içinde çok rağbet görecek bir ilaç olacak gibi görünüyor. Böylesine yenilikçi bir ürünün yanlış kullanılmaması amacıyla hem biz hem de firmanın elemanları büyük çaba sarf ediyor. 

Hayatını tarıma, çiftçilerin sorunlarına adamış bir duayendir Sayın İsmail Korkut. Yarım yüzyıldan fazladır tarıma katma değer üreten Sayın Korkut, ülkemizde özellikle çeltik üretiminin artmasının mimarıdır. Yabancı otlar üzerine kafa yoran, başarılı çalışmalara imza atan Sayın Korkut, sektöre hep ışık tutmuştur. Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi 1965 yılı mezunlarından olan Sayın Korkut’u bu ay dergimize konuk ettik.

Sayın İsmail Korkut’un ziraat yüksek mühendisi olma hikayesi bir hayli ilginç. Aslında Maden Mühendisi olmak isteyen Sayın Korkut, bir kimya sorusu yapama-dığı için bu hayalini gerçekleştirememiş ve tıp sınavında başarılı olmuş. Tıp fakültesine kayıt için gittiğinde ise kadavra kokusu alan Sayın Korkut, tıp okumaktan vazgeçip Ziraat Mühendisliğini tercih etmiş. Sayın Korkut, bu süreci şöyle anlatıyor: “Adana’nın Feke ilçesinde, 1941 yılında dünyaya gelmiş 10 çocuklu bir ailenin ferdiyim. İlk, Orta ve Lise eğitimi Adana’da tamamladım. Adana Lisesini bitirdikten sonra tek amacım Maden Mühendisi olmaktı. İstanbul’da üniversite sınavına girdiğim zaman tüm soruları cevaplamama rağmen bir kimya sorusu yapmadığım için Teknik Üniversiteye giremedim. O yıllarda ülkede yaygın yokluk ve fakirlik vardı. İkinci defa İstanbul’a gidecek parayı bulamadım, Ankara’ya kadar gidebildim. O zamanlar her fakültede ayrı ayrı sınav yapılıyordu. Ben Tıp, Hukuk, Veterinerlik ve Ziraat Fakülteleri sınavına girdim. Hepsini de üst sıralarda kazandım. Ama amaç Maden Mühendisliği idi, doğayı, dağları seviyordum. Burs veren bir üniversiteye girmem lazımdı, o zaman bursu Tıp Fakültesinde askeriye veriyordu, 40’ıncı olarak kazandığım için burs alabiliyordum. Kendime “gidip doktor olayım bari” dedim. O da güzel bir hizmettir. Ankara Üniversitesinde Demirlibahçe’de kapıdan girerken karşıdan benden bir dönem büyük Erol isimli arkadaşımı gördüm. Beyaz önlüğüyle bana doğru koş-tu, sarıldık, acayip bir koku aldım. “Ne bu koku, nereden geliyorsunuz?” diye sordum, kadavradan geldiklerini söyledi. Arkadaşımla konuşmamdan sonra ben tüm evraklarımı aldım, ikinci burs veren Ziraat Fakültesine kaydoldum. Ziraat Yüksek Mühendisliği kariyerim böylece başladı.” 

“1966 yılından buyana Samsun’dayım”

Sayın Korkut, yokluk içinde eğitim hayatını devam ettirmiş. Kendi gibi kardeşleri de hem çalışmış hem okumuş. Sayın Korkut, Türkiye’nin ilk Ziraat Fakültesi olan Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesindeki öğrenim sürecini ve sonrasında Enstitülerde çalışma süreci hakkında şunları söylüyor: “Ailemizin 10 dönüm arazisi vardı, 10 kardeş hep çalışarak eğitimlerimizi tamamladık. Ziraat Fakültesi o yıllarda dar bir alan içindeydi. Ben genel bölüm mezunuyum. Bahçe, teknoloji, ev ekonomisi, tarla ve genel bölüm vardı sadece. Okuyanların hepsi birbirini tanırdı. Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi, Türkiye’nin ilk Ziraat Fakültesiydi. Ziraat okulundan, fakülteye döndürülmüştü. Kuruluşunda Alman profesörler vardı. Biz fakülteye başlamadan bir yıl önce ülkelerine geri döndüler. İkinci dünya savaşı yıllarında ülkemize sığınmışlardı. O zaman sığınmacı olarak kıymetliler geliyordu, şimdiki gibi değildi. 4 yılda mezun oldum. Ülkemizde 5 tane Zirai Mücadele Enstitüsü vardı, Ankara, Samsun, Diyarbakır, İzmir ve Adana. Enstitüler o kadar sağlam kurulmuşlardı ki, Samsun Zirai Mücadele Enstitüsünün 40 kişilik kadrosu vardı. 4 ay Adana Zirai Mücadele Araştırma Enstitüsünde çalıştım. Enstitüde Ramazan bey adında 3 laboratuvara birden bakan arkadaşımız vardı. Bir gün kütüphanede çalışırken yanıma geldi, “Ya İsmail çalışıp da ne olacak, ben 3 laboratuvara birden bakıyorum çalıştım da ne oldu” dedi. Ben de cevap olarak, “Ramazan bey, ben buradan gidiyorum. Tekrar geri döneceğim. Ya sen değişeceksin ya sen değişeceksin, ben çalışacağım” dedim. İddialı bir şekilde oradan ayrıldım, askere gittim. Askerliğimi önce muhabere okulunda 6 ay, sonra Elazığ’da bir buçuk yıl yaptım. Sonra diğer Enstitülerden birine gitmeye karar verdim. Bu arada da 3. Ordu Komutanlığının yüzme takımına seçildim, Hazar Gölünde 15 günlük kamp yaptık, sonrasında kamp için Trabzon’a geçtik. Müsabakalar Heybeliada’da yapılacaktı. Trabzon’dan vapura bindik, İstanbul’a müsabakalara gidiyoruz. Karadeniz Vapuru vardı. Samsun’da 4 saat mola verdi. Vapurdan inip Samsun’u gezeyim dedim, buradaki Enstitüde Suna diye bir sınıf arkadaşım çalışıyor, ziyaretine gittim. Enstitünün kapısında tombul bir beyefendi beni karşıladı, “Buyurun, hoşgeldiniz” dedi ve sınıf arkadaşım Suna’nın yanına götürdü. O kişi Enstitünün müdürü Rahmi Hazneci imiş. Çok muhabbetli bir kişiydi. Ona askerliğimi bitirdiğimi, tekrar Enstitülere girmek istediğimi söyledim. O’da bana “Benim adama ihtiyacım var, seni alırım” dedi.  Merkezde tayinleri yapan Mustafa Akuğur diye birinin olduğunu, ona gidip dilekçe vermemi belirtti. Yalnız Mustafa beyin bir huyu olduğunu, ilk 2 tercihe kesinlikle tayin yapmadığını söyledi. 3’üncüye Samsun yazarsam buraya gelebileceğimi önerdi. Müsabakalar bittikten sonra Ankara’ya döndüm, tayin dilekçemi verdim. İlk sıraya Adana, ikinci sıraya İstanbul, üçüncü sıraya da Samsun’u yazdım. Sayın Akuğur, Adana çok sıcak, İstanbul çok pahalı geçinemezsin dedi, beni Samsun’a gönderdi. Eskişehir’e gidip düğün yaptım, 1966 yılında Samsun’a geldik ve buradaki hayatımız böylece başladı.” 

“Çeltikte ilk yabancı ot denemelerini kuran biziz”

Sayın Korkut, Samsun’da görev yaptığı yıllarda yabancı otlar üzerine yoğun çalışmalar yapmış. “O dönem yabancı otlar ile ilgili doğru bilgiler pek yoktu” diyen Sayın Korkut, çeltikte büyük bir sorun olan yabancı otlar üzerine yoğunlaşmış. Çeltikte yabancı ot mücadelesinde yaptığı başarılı çalışmaları da şöyle ifade ediyor: “Her Enstitüde 30-40 kişilik kadrolar vardı ve çok başarılı çalışmalara imza atılıyordu. Yıllar geçtikçe başarılı çalışmalara imza atan uzmanlar, ne yazık ki yönetim kadrolarında kendilerine yer bulamadı. Düşünün ben ziraat yüksek mühendisiyim, eşim ziraat mühendisi, oğlum ziraat mühendisi, kayın biraderin eşi ziraat mühendisi, hepsi de belli bir yerlerde çalıştılar ama hiçbir zaman yönetime gelemediler. Sırf ehli olanlar yönetim kadrolarında olamadığından Türkiye tarımı bu duruma düştü. Bizim de ciddi kabahatimiz var diye düşünüyorum. Atatürk, “Köylü Milletin Efendisidir” derken, bir değer verirken, bu günleri görmüş. Köylü olmaz ise üretim olamaz, üretim olmaz ise ne olur Allah aşkına. Hiçbir yönetici bile isteye ülkenin zarara uğramasını istemez, ama dar görüşlerle kararlar aldıkları için kayıp büyük oluyor. Rahmetli Turgut Özal, ülkeye hizmetleri vardır mutlaka ama günün birinde şunu dedi; “Tarımda araştırmaya ne gerek var, paramız mevcut, nereden ucuz bulursak alırız.” Ondan sonra Samsun’daki Enstitümüzü kapattı, 1986-1987 yıllarında. Enstitüyü kapattığı gün emekliye ayrıldım. Bir toplantıda, istediğiniz kadar paranız olsun, gün gelir bu milleti doyuracak gıdayı bulamayabilirsiniz demiştim. 35 yıl sonra o günlere geldik.Enstitüde yabancı otlar laboratuvarında bir şefim vardı, onunla sıkı çalışmaya başladık. İlk çalışmalarımız da bölgede yoğun olarak ekimi yapılan çeltik üzerine oldu. Çeltiğin en önemli problemi yabancı ottur. Otu kadınlar tek tek elleriyle yolarak ayıklamaya çalışıyorlardı. Çoğu zaman ot yerine çeltiği de topluyorlardı. Bu arada dünyada yapılan çalışmaları taradım, Propanil ilacının denemesini Hüseyin Karasu ile beraber Terme ve Çarşamba’da yaptık. Çok iyi neticeler elde ettik. Hüseyin Karasu, “Çamurun içinde bu millete bu ilacı kul-landırtamayız” dedi. Ben de öğretirsek kullandırtırız cevabını verdim. Denemelere bire bir gidip bakıyor, çiftçilere kullanma eğitimini veriyorduk. Yavaş yavaş Çarşamba, Bafra ve Terme’deki çiftçileri ilaca alıştırdık. Tabi ot problemi çözülünce ekim alanları da genişlemeye başladı. Bu çalışmalar tamamlandıktan sonra Tosya’da çalışma yapmaya başladık. Bir gün Tosya’nın bir köyüne gittiğimde kadınlar beline kadar çamura batmış çeltik tarlasında çalışıyorlardı. Onların halini gördükten sonra kahvehaneye gittik, oturduk, çiftçilere, “Beyler, köye gelirken hanımlarınızı gördüm, yarı bellerine kadar çamur içinde çalışıyorlar, yoruluyorlar. İlaçlama yaptım, gidin görün dedim. Aradan 7-8 sene geçti, bu defa şirket açtığımda o köye gittim. Aynı kahvehanenin önünde durdum, 3-4 tane çiftçi “Hoş geldin, mühendis bey” diye karşıladı. Sivil araba ile geldim, beni nereden tanıdınız diye sorduğumda, “Bizlere yaptığınız çalışmaları anlatmıştınız. Çeltikte o çalışmaların çok yararını gördük” dediler. İşte o zaman çok gururlandım. Çeltikte ilk yabancı ot denemelerini kuran biziz. Bizden sonra Edirne’de Araştırma Enstitüsünde çalışılmaya başlandı. Propanil’den sonra Molinate grubu geldi, yani suya atılan ilaç grubu. Daha sonra farklı yenilikçi ilaçlar çıktı ve çeltik çiftçisi rahat ilaçlama yapmaya başladı. Çeltikte yabancı ot ilaçlamasında pazara sürülen herbisitlerin birçoğunun ilk denemelerini yapan benim ve Kut-San Tarım’dır. Son 5 yıldır deneme yapmıyorum ama Kut-San Tarım mühendisleri ve oğlum çeltikte çalışmalara devam ediyor. Şuan çeltik yabancı ot mücadelesinde Sumi Agro’nun Yokozuna’sı devreye girdi. Çeltikte önümüzdeki birkaç sene içinde çok rağbet görecek bir ilaç olacak gibi görünüyor. Böylesine yenilikçi bir ürünün yanlış kullanılmaması amacıyla hem biz hem de firmanın elemanları büyük çaba sarf ediyor.” 

“Üretimden koptuk, tüketim toplumu olmaya başladık”

Çeltikte ithalat neden bitmiyor? Sayın Korkut’a bu soruyu yönelttiğimde şu cevabı veriyor: “Çeltikte iç tüketimin tamamını üretimle karşılayamıyoruz. Bizim hatamız şu, çeltik dünyanın her tarafında üretiliyor, her mevsim ithal etme şansın var, biz hasat zamanı ithalat yapıyoruz. Yanlış bir politika bu, çiftçiyi öldürüyoruz. Çeltik ithalatı yapacak isek hasat zamanı dışında yapmalıyız. Türkiye’nin çiftçiye verdiği en büyük zarar yanlış ithalat politikasıdır. İhtiyacın varsa tabi ki ithalat yapacaksın, ancak buğday hasadının öncesinde buğday ithalatı, çeltik hasadının hemen öncesinde çeltik ithalatı çiftçiyi öldürüyor. Gelişmiş ülkeler çiftçilerine ciddi destekler vermektedir. Türkiye, hem yeterli destek vermiyor hem de yanlış destek politikası uyguluyor. Tarlaya, alana destek verilmez, ürüne verilir. Ürüne verirsen çiftçi üretmek ister, tarlaya verirsen ekmez, üretmez. Kişi İstanbul’da oturuyor, boş tarlasına, bahçesine destek alıyor. Bu şekilde üretimde verimlilik, sürdürülebilirlik sağlanamaz. Bir ara ABD’ye gitmiştik, çiftlikleri geziyorduk. Soya ve mısır üretimi yapılan bir çiftliğe gittik. İki oğul, bir baba üretim yapıyorlar. Devasa bir biçerdöver, çocuğun biri hasadı yapıyor, diğeri damperli kamyonla ürünü taşıyor, baba da kurutmaya götürüyor. Tüm işi 3 kişi yapıyor, merak ettim sordum nasıl başardıklarını. Bizi araç parklarına götürdüler, Ceylanpınar Tarım İşletmesinde aklınıza gelen her araç orada bir çiftçide vardı. 10 sene geri ödemesiz, çok cüzi bir faizle devletten almışlar. Orada devlet bizdeki gibi alsana şu kadar para demiyor. Türkiye güzel ve zengin bir ülke. Sohbet ettiğim arkadaşlara, “Japon gözüyle Türkiye’yi değerlendirebilir misin?” diye sorarım her zaman. Japonların bir ilacını denediğim yıllarda, Japonya’dan bir yetkili geldi. Mercimekte bir herbisitleri var, geniş yapraklı otları öldürüyor. Denemeyi nerede kuracağız, neler yapacağız diye program yaparken, Japon arkadaş şirket içinde sürekli geziyor, bir şeyler söylüyordu. Tercümana çevirisini yapmasını rica ettim, “Türkiye çok büyük, Türkiye çok zengin” diyormuş. Şirket içinde Türkiye’nin zenginliğini nereden gördüğünü sorduğumda, odanın kapısını, pencereyi açıp kapattı, bakın dedi, bir metrekareyi boşa harcıyorsunuz. Çorum’a doğru yola çıktık, bir köy gördü, yine konuşmaya başladı. Bu defa ne oldu dedim, bu köy kaç hane dedi, 80 dedim, kaç dönüm arazi var dedi, 15 bin dönüm dedim. Kaç traktör bu köye yeter dedi, 9 dedim. Peki kaç traktör var diye sordu, 86 cevabını alınca, “İşte Türkiye bu yüzden çok zengin” dedi. Japonun gözüyle Türkiye gerçekten çok zengin, ama ekonomi işlenmemiş. 80’lerden itibaren üretimden koptuk, tüketim toplumu olmaya başladık.” 

“Her şeyimiz var helva yapacak adam yok”

Sayın Korkut ile tarım sektöründe yaşanan sorunları da konuştuk. Bu kadrolarla sorunların çözümünün zor olacağını dile getiren Sayın Korkut, şu önerilerde bulunuyor: “Geçtiğimiz haftalarda hükümet, ekonominin düzelmesi için bir program sundu, adına da Çin modeli denildi. Bu model hoşlarına gitmedi değiştirdiler. Türkiye’de en büyük ekonomik model, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün modelidir; üretim, üretim, üretim. Bundan sonra Ulu Önder’in modelini uygulayabilir miyiz, zor. Köylerimiz boşaldı, genç nüfus tarımdan koptu. Toprağı, üretimi unuttuğu için gençler, köylerine geri dönmüyor. Köy Enstitüleri kapanmamış olsaydı, bugünün Norveç’i, Kore’si çoktan olmuştuk. Çünkü eğitimli gençler Köy Enstitüleri sayesinde uzunca bir süre köyünde kalacaktı. Pandemi bazı şeylerin nasıl yanlış yapıldığını bizlere gösterdi aslında. Köyde yaşayanlar ile şehirde yaşayanların arasındaki farkı ortaya koydu. Şehirde ev kiralarının artması aslında milat olabilir. Şehirden köye bir göç gerçekleşir ise tarımsal üretimde artış meydana gelecektir. Şuan ekonomide tam dibe vurduk, artık ayağa kalkma zamanı. Benim kuşak her türlü yokluğu yaşadı. Kıtlık olsa biz yaşarız, ancak yeni nesil bunu bilmiyor. Onun için çözümü biraz zor. Bu ülke sıfırdan kuruldu. Koskoca Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı. Osmanlı coğrafyasında eli kalem tutan herkes İstanbul’a geldi. Atatürk ve arkadaşları, yani dönemin entelektüelleri ülkeyi küllerinden yeniden kuruyor ve Cumhuriyeti ilan ediyorlar. O dönemde okuma yazma %1’lerde, hiçbir sanayi yok. Tarımın dışında üretim yok, tarım da kısıtlı şartlarda yapılıyor. 1933 yılında İzmir İktisat Kongresi toplandı. Atatürk, ekonomide atılım yapmak için bu kongreyi düzenledi. Bu arada bizim yeraltı ve yerüstü zenginliklerimiz var, bunları işleyecek kurumlar kurulması gerekiyordu. Atatürk, “Biz bu topraklarda Etilerin de Sümerlerin de mirasçısıyız” diyor. İsimlerini devam ettirmek amacıyla yeraltı zenginlikleri için Etibank, yerüstü zenginlikleri için Sümerbank kuruluyor. Bu arada şeker Türkiye’de yok, şekere ihtiyaç var. Şeker kamıştan ve pancardan elde ediliyor, kamış çok su istediğinden pancar üretimi için Şekerbank’ı kuruyor. O dönem kurulan şeker fabrikalarını gezdiğinizde, kampüslerde her türlü sosyal faaliyet alanı kurulmuştur. Atatürk zamanında 5 tane kurulmuştu, sonrasında kurulmaya devam etmiş. Türkiye şeker ihraç eden konuma geldi. Günümüzde şeker ihracatını beceremediler, elde şeker kalınca üretimi azalttılar sonrasında da fabrikaları sattılar. Yani her şeyimiz var helva yapacak adam yok.”

“Kut-San 35 yaşında”

Sayın Korkut’un 1987 yılında kurduğu Kut-San Tarım, günümüzde 35 yılını kutluyor. Çok sayıda genç Ziraat Mühendisine istihdam sağlayan Sayın Korkut, kadın mühendislere de ayrıcalık tanıyor. Yeni mezun bir Ziraat Mühendisinin başarılı olması için neler yapması gerektiğini şöyle anlatıyor Sayın Korkut: “Samsun Ziraat Fakültesinde yaklaşık 4 sene yabancı ot dersi verdim. Çocuklara seçtiğiniz meslek, mesleklerin en güzellerinden biri diyorum, hocam millet boşta geziyor cevabını alıyordum. Orada bir açılım yapıyordum, doğayı, insanları, hayvanları seviyorsanız hiçbir meslek yok ki iyi bir plan projeyle ister özelde ister devlette doğaya çıkma şansını başka başka bir meslekte bulamazsınız. Ben ziraat mühendisi olacağım, bir masa bir sandalye verecekler diyorsanız hiç okumayın. Mesleğe sevgin varsa kendini geliştirirsin ve çok rahat iş bulursun. Hatta kendi imkanlarıyla bir şeyler yapmaları da lazım. Daha okulda iken şu şirkette şu kurumda çalışacağım diyenler yanlış yapmaktadır. Ben mezun olacağım şurada tarla, bahçe, serada kiralayacağım ve başarılı olacağım demeliler. Artık farklı meslek mensupları tarımla uğraşmak istiyorlar. Tarım kazançlı bir şey mi? Ben en kısa sürede köşeyi döneceğim, yatlarım, katlarım olacak diyenler böyle birşey olmadığını bilsinler. İhtiyaçlarını rahat karşılarsın, rahat bir hayat sürersin. Yeni mezunlar, evet özele ve devlete başvursunlar, ama illa oraya odaklanmasınlar, tarımsal üretime katılsınlar. Kut-San’ı hep ikinci üniversite olarak görüyorum. Yeni mezunları alıp yetiştiriyorum ve yetiştirmeye devam edeceğim. Biz Kut-san Ticareti açtığımızda ilk distribütördük. 87’de emekli olunca rahmetli ziraat yüksek mühendisi Ersan Yasan ile yerimiz belli olsun diye kurduk şirketi. Enstitüden bizleri tanıdıkları için yabancı ot problemi olunca şirketler beni bulu yorlardı. Bir yerde danışmanlık hizmeti sunduk. Her gelene de bedava hizmet verdik. Şimdi köylerde toplantı yapıyoruz, yemek verirseniz geliriz diyorlar. 35 yıldır hala her konuda bilgiyi bedava veriyoruz. Ekip arkadaşlarım hafta sonları hariç her gün sahadadırlar.” 

Sumi Agro Turkey’den Korkut’a plaket

Sayın İsmail Korkut ile yaptığımız bu güzel röportajın ardından Sumi Agro Turkey Pazarlama Servisleri ve Tarım Teknolojileri Müdürü Sayın İbrahim Fidancı, kendisine Türk tarımına verdiği katkılardan ötürü plaket takdim etti. Sayın Korkut, plaket almaktan onur duyduğunu belirterek, Genel Müdür Sayın İrfan Arslan ve Sumi Agro ailesine teşekkür etti.

Önceki yazı
Tarım ve Orman Bakanı Kirişci buğday tarlasından mesaj verdi: Bu sene 19,5 milyon ton beklentimiz var
Sonraki yazı
Bakan Kirişci: Tarımı gıda güvenliği açısından bir milli güvenlik meselesi olarak görüyoruz

Bizi Takip Edin

E-Bülten

E-Mail Bültenimize Abone Olun Olup Bitenlerden İlk Sizi Haberdar Edelim.

Lütfen geçerli bir e-posta adresi girin.
Menü